Değişim, Ölüm ve Kabulleniş: Babylon

"Everything is about to change."

Değişim. Üzerine en çok havalı söz söylenen konsept belki de. Bu sözlerin en popülerlerinden biri Heraklitos'un 'Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.' sözü, ancak Babylon'daki değişime bizim topraklarımızdan bir söz daha da uygun: 'Hiç kimse değişime karşı değildir, yeter ki ucu kendine dokunmasın.'. Ahmet Hamdi Tanpınar. Daha uygun çünkü Babylon daha önce çok fazla filmin üstlenmediği bir misyona sahip: sinemanın tarihini anlatmak. Yaşı aşağı yukarı 130 olan sinemanın tarihinde değişimden bol bir şey yok. Başlangıçta sinemanın zamanı, rengi, sesi yoktu; zamanla sahip olduğu süre de arttı, arkasından ses de geldi renk de. Başlangıçta geniş bir arazide muazzam bir kaos içinde çeşit çeşit film aynı anda, insanlık dışı iş koşullarında, kısıtlı sayıda kamerayla çekilirken sonraki yıllarda stüdyo çekimleri başladı, ekipmanlar da arttı imkanlar da. Babylon bütün bunları arkada çalan caz parçalarının harmonisiyle harika bir ritim eşliğinde anlatıyor. Damien Chazelle kaosun içindeki uyumu başarıyla yansıtmış. Üstelik sinemada değişen tek şey teknik özellikler olmuyor. Yıllar geçtikçe ortaya yeni film türleri çıkıyor. Hatta sektörün ahlak yapısı bile farklı bir yöne ilerliyor. Bunların hepsi birer değişim. Ve değişimler daima birilerinin canını yakar.

"It's written in the stars, I am a star."

Ölüm. Değişimin getirdiği ölüm. Babylon'da yer alan en büyük değişim sinemaya sesin girişi. Haliyle aynı zamanda en sert sonuçlara yol açan değişim. Sessiz sinemanın yıldızları, beğenilmeyen sesleri yüzünden birer birer kaydı. Üstelik değişimin getirdiği tek ölüm kayan yıldızlarla sınırlı da kalmıyor. Sektörün ahlakı da yaşanan kayıplar arasında. Babylon'un türüne nadir rastlanır bir cesaretle anlattığı Holywood ahlakı, sektörde yükselmenin şartları arasında etnik kökenlerin gizlenmesi, kendini sosyete yapımcı ve eleştirmenlere kabul ettirmek gibi sayısız cinayetle dolu. Yıpranmış bir ayakkabının kapı önüne konulması gibi yaşlanan oyuncuların da acımasızca sistem dışına itilmesi, eskiden herkesin bayıla bayıla izlediği çıplaklık barındıran filmlerin ahlaksız ilan edilmesi, hiçlikten gelen yıldızların hiçliğe geri dönüşü... Bunların hepsi değişimin getirdiği ölümler. Üstelik sesin getirdiği değişimle beraber sinema yeni bir film türü de kazanıyor: Müzikaller. Bu yeni tür, geçmişte filmlerin yapımında arka planda berbat koşullar altında filmin müziklerini üstlenen siyahiler için harika bir fırsat gibi gözükse de, yol açtığı tek şey siyahilerin daha fazla sömürülmesi oluyor. Bu ölümler kimilerini sonsuz bir hiçliğe hapsederek kendi ölümlerine sebep olurken, diğerlerinin elinden gelen tek bir şey kalıyor geriye: Kabullenmek.

"You thought this town needed you. But it doesn't. Because it's bigger than you."

Kabulleniş. Yasın son evresi. Babylon'da bu evreye ulaşamayan iki karakter var: Brad Pitt ve Margot Robbie'nin karakterleri. Bu karakterlerin diğerlerinden farkı ise hiçlikten gelip yıldız olmanın tadına varmaları. Bir diğer değişle 'yıldız olarak doğduk'larına inanmaları. Onları yıldız yapan unsur da hiçbir zaman sinemaya olan saf sevgileri olmadı. Bu yüzden bu gerçeklikten koptukları an ikisi için de ölümden başka çare kalmıyor. Kabullenemiyorlar. Ancak filmde kabullenmeyi başaranlar da var: Sinemayı ve yaptıkları işi gerçekten sevenler. Filmlerdeki müzikleri sağlayan siyahiyle sette çalışan Meksikalı. Bu karakterler, bütün değişimlere ve değişimin yol açtığı acı yüklü ölümlere rağmen yaşananları zamanla kabullenebiliyorlar. Filmin sonunda siyahi karakter kendisini ait hissettiği mekanda, sevdikleriyle yaptığı işi yapmaya devam ediyor. Yaşanan her şeye rağmen, işini mutlulukla sürdürmeyi başarıyor. Meksikalı ise hayatı bambaşka bir noktaya evrilse dahi, yıllar sonra eski bir aşkıyla karşılaşırcasına sinemaya gittiğinde gördükleri karşısında önce derin bir üzüntü hissediyor. La La Land'deki aşıkların yıllar sonra karşılaşmasına benzeyen bu yüzleşmede, karakterin eskiden içinde yer aldığı, hayranlıkla sevdiği ve icra ettiği 'eski kalmış' sinemayla dalga geçildiğini görünce üzülmesi zaten işten bile değil. Fakat sonra tıpkı La La Land'deki gibi araya giren soyut sekansta sinemanın yaşadığı bütün değişimleri görüyoruz, hem de çok orijinal bir anlatımla. Cesur kararlarına devam eden Chazelle, bu sekansta sadece siyah beyazdan renkliye veya sessizden sesliye geçişi değil, sinemadaki teknolojik gelişmeleri de perdesine yansıtıyor. Sinema tarihindeki bütün değişim ürünü, dönüm noktası niteliğindeki eserleri görüyoruz: Jurrasic Park ve Matrix'lerden süper kahramanlara, Avatar'lara... Bu değişimlerin hepsi de yine türlü ölümlere sebep oldu, biliyoruz. Ama en nihayetinde bir sonuca ulaştı. Ve hepimiz bunları kabullendik. Çünkü tıpkı filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar anlatıldığı gibi, baki kalan tek şey sinemanın büyüsü oldu. Bu sekanstan sonra bunu fark eden Meksikalı bu yüzden artık ağlamayı bırakıp gülümseyerek, çocuksu bir mutlulukla bakıyor perdeye. Belki tıpkı yıllardır görüşmediği eski bir sevgili gibi, onun tanıdığı sinemadan da yıllar içinde eser kalmamış. Ama ağlamayı bırakıp gülümsüyor, çünkü o da bu değişimi ve yolda yitip gidenleri kabulleniyor. Gülümsüyor, çünkü o da o sevdiği sinemanın ölmediğini, sadece şekil değiştirdiğini kabulleniyor. Hepimiz gibi.

"I can't help but wonder what's next."

...